Anlamak, anlaşılmak, var etmek ve var olmak üzerine…

Taner Şanlıoğlu
7 min readDec 16, 2023

--

Ne anlatacağımı bilmiyorum. Nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Belki de hiçbir zaman anlatılamaz olanı anlatmaya kalkıştığım için bunca zora giriyorum. Halbuki önce “olan”ın anlatılamaz olduğunu fark etsem ve bu gerçeği kabul etsem, anlatmaya çabalamayacağım bu kadar. Hatta onu anlatmaya odaklanmadan konuşacağım. Anlatılamaz olanı anlatamayacağımı bilerek, onu anlatmaya kalkışmadan konuşabilme bilgeliğidir belki de bu… Bunu anlamak için anlatmaya çalışmak gerekti yıllarca belki… Ama şimdi buradayım…

Geçenlerde Nobel edebiyat ödülü alan Jon Fosse’nin Nobel yazısını okudum. “Anlatılamaz olan”dan bahsediyordu konuşmasında.

Konuşmasının başlığı ise “sessiz bir dil” idi…

“Öğrendim ki, en azından benim için, sözlü ve yazılı dil arasında büyük bir fark var ya da konuşma dili ve edebi dil arasında. Konuşma dili çoğunlukla bir şeyin öyle ya da böyle olması gerektiğine dair bir mesajın monolojik iletişimidir ya da bir görüş veya kanaat içeren bir mesajın retorik bir bildirimidir. Edebi dil hiçbir zaman böyle değildir — bilgi vermez, iletişimden ziyade anlamdır, kendi varlığı vardır. Ve bu anlamda, iyi yazı ve her türden vaaz kuşkusuz birbirinin zıttıdır, vaaz dini veya politik veya ne türden olursa olsun.”

Edebi dilin bir yargı belirtmediği, bir şeye işaret etme endişesinde olmadığı, varlığı yani işareti kendinde olduğundan bahsetmesi ilgimi çekmişti… Açıkcası ben de artık her hangi bir yargıda bulunmadan yazmak hatta yapabilirsem belki de konuşmak istiyorum. Tabii her edebi dil yargısız demek değil bu, mesela Tolstoy kendi edebi yolculuğunu insanlara doğrunun ne olduğunu göstermek için kullanarak edebiyattan -bence- uzaklaşmıştı. Hatta o da “Savaş ve Barış” kitabının edebiyatın dışında bir şey olduğu söylemişti… “Edebiyat nedir?” isimli kitabında edebiyattan ne anladığını öğrenebiliriz belki de…

Ancak ben sanırım artık Tolstoy gibi ahlaklı olanın, iyi ve doğru olanın ne olduğunu tanımlayarak ne kendime ne de bir başkasına bunu gösterme çabasında olmayı değil, sadece yargısızca “kendinde var olabilen” bir şeye ulaşmayı, onu açığa çıkarmayı ve belki de ancak bu yolla evrensel ve ebedi olana -eğer mümkünse- ulaşmayı istiyorum…

Felsefeye ilgi duyma sebeplerimden biri doğru sorular sormayı öğrenerek hayatımla ilgili doğru ve kesin cevaplara ulaşma arzusuydu. Ancak aldığım felsefe eğitimi her hangi bir konuda kesin bir yargıya varamayacağımızı, doğruyu şu ya da bu şekilde gösteremeyeceğimizi, kesin olduğunu düşündüğümüz matematiksel yargıların bile kendi konteksi/bağlamı içinde anlam kazandığını, bir doğruyu başka bir kontekse koyduğumuzda artık doğruluğunu koruyamadığını gösterdi bana. Mesela Öklid geometrisinin tek geçerli geometri olmadığını, onun ancak düzlem yüzeylerle ilgili belirli yargılardan ibaret olduğunu ve evrensel doğrular olarak kabul edilen buradaki denklemlerin üç boyutlu uzayda doğruluklarını kaybettiğini ve Öklid dışı geometrilerin de var olduğunu öğrenmek doğruyu bulma yolcuğuma indirilen büyük bir balyozdu…

İşte edebiyat tam da bu noktada önem kazanıyordu. Madem her hangi bir araçla işaret ettiğimiz şey işaret edileni hiçbir zaman tam olarak doğru bir şekilde kapsayamıyor, o halde dış dünyaya bağlı olmayan ve tamamen içimizden çıkan kendinde bir şeyden bahsedebilir miyiz? Filozoflar bu bağlamda hakikate yaklaşmak hatta belki de ona mümkünse dokunabilmek için şiiri felsefi bir araç olarak kullanmayı bile denemişlerdi…

“Yazdığım her bir eserim, bir bakıma, kendi kurgusal evrenine, kendi dünyasına sahip. Her bir oyun, her bir roman için yeni bir dünya. Ancak iyi bir şiir de kendi evrenine sahiptir — o evren esas olarak şiirin kendisiyle ilişkilidir. Ve sonra onu okuyan kişi şiirin evrenine girebilir — evet, bu bir iletişimden ziyade daha çok bir tür iştirak gibidir. Aslında, bunun muhtemelen yazdığım her şey için geçerli olduğu söylenebilir.”

Konuşma diliyle yazı dilini birbirinden ayıran Fose’nin sanırım bu önemli ayrımı yapmasının en büyük sebebi, biri bir şey anlatırken onu dinlemekle, birinin yazdığı yazıyı okurken onu “okuyarak dinlemenin” farklı eylemler olduğunu öne sürmesinden kaynaklanıyor. Birini okurken, onu sadece kulaklarımızla dinlemeyiz, onu okurken dudaklarımızı aynı anda hareket ettirir, iç sesimizle ona aynı anda ses vererek ona iştirakte bulunuruz. Okuma eyleminde okuduğumuz şey aynı zamanda içimizde de açığa çıkar dolayısıyla ona karışmış oluruz. Okumak, yazılmış olanla birleşmektir.

Dinlemek bir anlatanın ve bir de dinleyenin olduğu iki kutuplu bir mesaj alış verişinden ibaretken, okumak bu anlatan ve “anlayan” arasındaki farkı/mesafeyi ortadan kaldırarak birleşmenin gerçekleşmesine olanak sağlar. Tıpkı şu an bu yazıyı içinden ya da dışından okuyan, okurken dudaklarını kıpırtadan ya da iç sesiyle bu harflere varlık kazandıran sizlerin yaptığı gibi. Siz onu okumadan önce, “çoktan” yazılmış olan bu yazı, sizin zihninizde ancak şu anda varlık kazanmaktadır. Zaten doğmuş olan, asıl doğumunu okunduğu zamanda “şimdide” gerçekleştirmektedir. Bu yazının bir yazı olarak varlık kazanması sizin onu okuma eyleminde bulunmanıza bağlıdır. Yarısına kadar okuduğunuz bir kitabın kalan diğer yarısı her ne kadar kağıda basılı olmuş olursa olsun bu bağlamda henüz varlık kazanmamıştır.

Onun varlık kazanması okuyucuya bağlıdır. Tıpkı bir bebeğin açığa çıkması için erkek ve dişinin birleşmesi gerektiği gibi. Erkekte var olan spermle ancak bir yumurta birleştiği zaman varlığın açığa çıkması mümkün olur… Bunun dışında varlık açığa çıkamaz, varlığı açığa çıkaracak olan, yoktan varlığa getirecek olan araçlar birleşmediği sürece biri sadece sperm diğeri de sadece yumurta olarak kalır…

Konuşmada ise benim konuşma eylemini gerçekleştirmiş olmam ona ses vermemle hatta sadece sözcükleri içimden geçirerek (ses olmadan) mümkün olur. Kimse dinlemese de o konuşma artık varlık kazanmıştır. Burada bir başkasına ihtiyaç yoktur. Dinleyenler ister doğru ister yanlış anlasın hatta hiç kimse tarafından dinlenilmemiş olsun, konuşma yine de varlık kazanmıştır. Bu, derse giren öğretmenin tahtada bir ders boyunca konuşması ancak hiçbir öğrenci tarafından dinlenilmemiş olması ancak buna rağmen yine de sistemin istediği şeyi, dersin anlatılması gerekliliğini yerine getirmeye yeterli olması gibidir. Öğretmen anlattığı hiçbir şey dinlenilmemiş/anlaşılmamış olsa bile anlatma eylemini yerine getirdiği için maaşını hak etmiştir…

Ancak bir kitabın açığa çıkabilmesi/varlık kazanması için okuyucunun onunla temasa geçmesi gereklidir. Yazılmış olanın doğru ya da yanlış anlaşılmasından öte, kitap ya da yazı ona en başta karışmayı/katılmayı, ona ortak olunmayı talep eder… Belki de bu nedenle Nietzsche’yi okumak onu dinlemekten daha önemlidir. Çünkü dinlerken salt dışarıdan gelen mesaja maruz kalırken, okurken mesajın kaynağını içimizde var ederek kaynağın kendi içimizde açığa çıkmasını sağlarız. Zerdüşt onu okuduktan sonra artık içimizde bir yerde varlık kazanmıştır. Onu anlamak ya da anlamamaktan öte bir deneyimdir bu. Onu içine almak, virüsü kapmaktır bu…

Bir virüsten etkilenmek için onun moleküler yapısı hakkında bilgi sahibi olmamıza ve onu anlamımıza gerek olmadığı gibi, Zerdüşt’ün bünyemizde etkisini açığa çıkarması için de onu anlamamıza gerek yoktur. Onu okumak bizi onu anlamaktan çok daha öte bir deneyime dahil etmiştir bile… Zamanla açığa çıkacak olanlar güneş ışığının farklı merceklerde kırılmasından ibarettir sadece.

“İlk defa bir oyun yazışım bütün yazarlık hayatımdaki en büyük sürprizdi. Çünkü düzyazıda ve şiirde, sıradan konuşma dilinde sözlerle ifade edilemeyeni yazmaya çalışırdım. Evet, doğru. Söylenemeyeni ifade etmeye çalıştım, bana Nobel Ödülü verilmesinin sebebi olarak gösterilen de bu oldu.”

Bu yazının işaret ettiği ve sizde açığa çıkarmaya niyet ettiği şey şu; dünyaya verdiğimiz anlamlar arasında muhtemelen hiçbiri kesin bir doğruluk mertebesine ulaşamayacak. Ancak bu anlamsızlık onu deneyimlemeye engel olmamalı. Verdiğimiz her anlam yanlış ve aynı zamanda o anki bağlamına göre de doğru. Sanırım bizi yanıltan şey de sürecin bu sürekli değişen kısmı. O an için doğru olan ya da en azından doğruymuş gibi görünenin daha sonraki zamanlarda da doğruluk değerini korumasını istemek… Halbuki o şeyin o an doğru görünmesini sağlayan milyonlarca şey bir araya gelmiş ve o şeyi doğru göstermiş olabilir. Ancak şimdi her şey değişti ve değişmeye devam ediyor. Dolayısıyla doğru görünenler de değişti… Dünyayı bize düşman eden ya da ona düşman olmamızı sağlayan şey sürekli akma haline dahil olmayı başaramayışımız… Dün bana doğru görünen bugün artık doğru görünmeyebilir, bu olguyla barışmamız, bu sebepten dolayı kendimizi suçlamaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Yaşayan, canlı olan, sürekli değişen, büyüyen, evrilen bir organizmanın parçasıyız. Onu anlamak belki hiçbir zaman mümkün olmayacak, ancak yine de ona karışmaya onun da bize karışmasına izin verebiliriz.

Zihnimizin yargı oyunları bizi ondan “dünyadan/ yaşamaktan/deneyimlemekten” koparmaya çalışacak ve biz her seferinde bu yargılardan sıyrılıp ona karışmayı deneyimleyeceğiz…

Bizimkisi gerçek anlamda bir aşk hikayesi… Sürekli bir küsme ve barışma ilişkisi… Anlaşılamaz olanı anlamaya çalışmak da, onun anlaşılmaz olduğu gerçeğiyle barışmak da kaderimizde yazılı… Hayata akmak, ona karışmak ve akışta olmak demek, henüz anlayamadığımız bu şeyi içimize almaya ve onun içine girmeye izin vermek demektir…

Yemeklerin bedenimizde ihtiyacı olan yerlere nasıl gittiğini bilmesek de onu yemeye devam ettiğimiz gibi… Neden uyuduğumuzu, uyurken tam olarak ne olduğunu bilmesek de yine de uyuduğumuz gibi… Dünyada olmak tam olarak ne anlama geliyor bilmesek de yine de dünyada olmaya devam ettiğimiz gibi… Yaşamın bize karışmasına izin verelim… Bırakalım anlaşılmaz olan içimizde varlık kazansın…

Bu yazının sizin için vermek isteğim mesajıydı, benim almaya ihtiyaç duyduğum mesajı ise şu; Artık bir yargıya ulaşmak için yazma amacı gütmeden, yazının kendi var oluşuna izin vererek yazmalıyım. Yazılarım artık bir sebep ve sonuç ilişkisi içinde “anlamlı” olma endişesi taşımamalı, bir şey hakkında “Şu şudur ya da bu budur” gibi bir ulaşmadan değil, değişmeden, süreçten bahsetme halinde olmalı… Bir gözlem olmalı artık yazmak benim için, ancak bu yazmanın bir doğruyu ya da yanlışı aktarma amacı olmamalı. Ve doğrunun ne olduğunu bilemiyor oluşum beni yazma eyleminden, yaşamaktan ve deneyimlemekten alıkoymamalı…

Tıpkı Witgeinstein’ın zamanında (Tractatus Logico-Philosophicus’ta) yaptığı gibi “Üzerinde konuşulamayanlar hakkında susmak gerekir” yargısına varıp kendini dünyadan/olandan/olanı yazmaktan soyutlamamalı… Çünkü sonrasında Witgeinstein da ulaştığı bu yargının bir hata olduğu fark eder ve olanla/dünyayla barışmak gerektiğini anlar. Çünkü onun hakkında verdiğimiz her yargının dilin kendine ait bağlamında anlamlı olduğunu ve bu bağlam dışında da bir anlam ifade etmediğini fark eder… Varılmış tüm yargılar sahip olduğumuz dilsel bir oyunun çıktılarıdır sadece. Ancak onunla kesin bir sonuca varamıyoruz diye konuşmayı, dili kullanmayı da bırakmamalı… Çünkü artık amacımız doğrulara, kesin yargılara ulaşmak değil, hatta ulaşmak değil sürekli değişen manzaralar eşliğinde yürümektir odağımız. Nereye gidiyor olmaya değil, gidiyor olmanın, hareket ediyor oluşun, yaşamanın, oluşun, olmanın, varlığın kendisine bakıyoruzdur artık… Cümlenin doğru olmaması (doğru olması ne demekse) onun bizim için değersiz olduğu anlamına gelmemeli artık… Bu cümlelerin bizde uyandırdığı duygulara yönelmeliyiz şimdi…

Mesela şiire açılmalıyız. Çünkü şiir insanı “açar”. Çünkü şiir şimdiye kadar alışılmış olanın, sebep-sonuç silsilesinin dışındadır. Şiir, zihnin henüz ele geçirip de yargılara boğamadığı belki de tek alandır. Bu nedenle şiir anlaşılamaz, o ancak hissedilebilir. Birine “okuduğun bu şiirden ne anladın?” diye soramazsınız. Çünkü şiir anlaşılmaz olanı anlamaya değil, hissettirmeye yarar…

Şiir okuruz. Bir şey anlamak için değil, anlamaktan uzaklaşmak için.

Şiir okuruz. Bir yere varmak için değil, var olmanın nasıl bir şey olduğu fark etmek için.

Şiir okuruz. Dünyayı anlamak için değil, dünyayla bir olmak, ona karışmak için.

Şiir bizi artık bir şeyin gerçek mi hayal ürünü mü, doğru mu yoksa yanlış mı olduğu endişelerinden uzaklaştırır. Orada artık neyin ne olduğuna değil, olanın bizde ne açığa çıkardığına bakarız… Şiirle hakikati tanımlamaya değil, deneyimlemeye odaklanırız. Şiirle dünyayı anlamaya değil, onu yaşamaya/ona karışıyor olmaya odaklanırız…

2019 yapımı The King filminde geçen “Bu fikir bir fantaziden ibaret, ama uyandırdığı hisler yine de gerçek.” repliğindeki gibi şiirin artık neden bahsediyor olduğuna değil, bahsedilenin bizde açığa çıkışına odaklanırız…

Bundan önce söylenmiş ve bundan sonra da söylenecek olan her şey -kabul etmekte ne kadar zorlansak da- bir fanteziden/hayal ürününden ya da bir yanlış anlamadan ibaret olacak belki, ama bu bizi küstürmemeli, çünkü bu anlaşılmazlığın bizde uyandırdığı duygular yine de gerçek… Olanı yanlış anlasak bile, hep yanlış anlayacak olsak bile ve hatta hiç anlamasak bile bizde açığa çıkardığı öfke, hüzün, sevinç, heyecan yine de gerçek…

Sevgiyle…

Jon Fose’nin konuşmasının tamamını okumak isteyenler için yazının linkini buraya bırakıyorum: https://www.gazeteduvar.com.tr/jon-fossenin-nobel-edebiyat-odulu-konusmasi-haber-1652030

--

--