Çekirdek

Taner Şanlıoğlu
5 min readJan 11, 2022

--

Bir adam var. Elleri cebinde. Sahilde yürüyor.

Bulutlar gri. Güneş ışıkları rendelenmiş. Deniz hafif dalgalı. Dalgakıran henüz iş başı yapmamış. Fener her zamanki gibi en uçta. Tek başına mı yoksa yalnız mı belli değil. Rüzgar esmekte tereddüt ediyor. Bir hava var. Sıkıntılı bir hava. Sanki yağacak gibi. Kayıklar kıyıya bağlanmış. Bir alçalıp bir yükseliyor. Bayraklar dalgalanıyor. Martılar uçuyor. Belki de rüzgar ittiriyor alttan. Bölüşüyorlar görevi. Martı bu işi tek başına da halledecek gibi duruyor. Rüzgar ise kendinden emin. Balıkçılar görünüyor. Ellerinde silahlar. İpten. Örüyorlar. Nasırlı eller. Kırışık ciltler. Yanmış tenler. Öfkeyle ağızdan dökülen küfürler. Deniz dalgalanıyor. Dalgakıran iş başında. Dalga vuruyor. O kırıyor. Dalga kırılmakta ısrar ediyor. Dalgakıran kırmakta. Yenişemedikleri bir güreşi sürdürüyorlar bir süre.

Bir adam var. Elleri cebinde. İskele boyunca yürüyor. Ağzında bir kürdan. Et yediğinden falan değil. Ağzında bir şey olması. Güzel sadece. Elleri cebinde. Kendini en çok bu anlarda seviyor. Bir şeyler başarmış gibi. Hayatı alt etmiş gibi. Hoşuna gidiyor. Bu şekilde etrafta dolanmak güzel. Her şeyi halletmiş de geriye etrafta neler oluyor bir kolaçan etmek kalmış gibi. Bütün iş bitmiş de sıra diğerlerini kontrol etmeye gelmiş gibi. Yol kenarına dizilmiş kayalar. Kayalıklar. Aradan çıkan kediler. Yavruları. Deniz yükselince görünmeye başlayan çer çöp. Çekirdek kabukları. Bira şişeleri. Plastikler. Hepsi boş. Bitirilmiş. Sonra ait görüldükleri yere geri bırakılmışlar.

Adam elleri cebinde. Yolu ilerletiyor. Yol ilerledikçe değişiyor manzara. Küçük fener büyüyor. Şimdi adam küçülüyor. İkisi de tek başına. Bu tek başınalıklar bir araya geliyor. Adam şöyle bir ufka bakıyor. Fener kırmızı gözünü etrafında bir tur döndürüyor. Sonra bir tur daha. Sonra bir tur daha. İki tek başına. Etrafı izliyor. Biri ufka bakıp kayboluyor. Diğeri kaybolmuşlara yol gösteriyor. Adam ellerini cebinden çıkarıyor. Uzun zaman sonra elleri ilk defa serbest kalıyor. Bu ellerle ne yapılır bilmiyor. Yakasını kaldırıp boynunu içine çekiyor. Üstünü silkeliyor. Bağcıklarını bağlıyor. Tam çözülmemiş bağcıkları. Çözüp bir daha bağlıyor. Daha sıkı. Elleri boş. Önünde birleştirip öyle izliyor denizi. Yakası kalkık, ayakkabıları daha sıkı ve elleri boşta değil artık. Güvende hissediyor. Fener kırmızı gözlerini bir tur daha gezdiriyor etrafa.

Hava yağmaya başlıyor. Önce birkaç damla düşüyor burnuna. Sonra yakası kalkık krem rengi paltosu benekleniyor. Benekler büyüdükçe büyüyor. Sırılsıklam oluyor üstü başı. Bulutlar birbirine değdikçe kıvılcımlar çıkıyor. Gökte patlayan kıvılcım, aşağıda bir yerlerde sonlanıyor. Hava kararıyor. Arada beliren kırmızı bir göz ve gökten yere kadar çizilmiş kıvılcımlar. Karanlığı bozuyor.

Ağzındaki kürdanı dişlemeye başlıyor adam. Çiğniyor. Sakız gibi. Sivri ucu damağına batınca acıtıyor. Denize tükürüyor. Dalgalar boğuyor kürdanı. Yukarıdan yağmur, aşağıdan dalgalar ıslatıyor adamı. Tek başına adam. Şimdi kendini daha da yalnız hissediyor. Ellerini tekrar cebine sokuyor. Dışarıdan yağmur yağıyor içeriden yalnızlık . Canı sıkılıyor. Kapalı havayı sevmiyor. Hayatın zaten zor olduğunu, bu havaların hayatın zorluğuna tekrar ve boşu boşuna vurgu yaptığını düşünüyor. ‘’Zor olduğunu biliyorum. Bunu tekrar tekrar söylemene gerek yok.’’ diyor içinden. Yukarı, fenere kaldırıyor başını. Kırmızı gözleriyle hiç durmadan etrafında dönüp, öylece duran fenerin bu kayıtsızlığına sinirleniyor. Dalgalar onu da dövüyor. Ama o bir kaya gibi hiç kıpırdamadan öylece duruyor. Ona doğru dönüp sesleniyor adam:

‘’Kayboldum. Bana da yol göster.’’ diyor.

Fenerden ses yok. Beyaz duvarları üzerinde yeşilden çizilmiş halkadan desenler. Arada yaktığı kırmızı bir ışık. Olduğu yerde duruyor. Yanındaki bu fenerden, dalgalardan, kara bulutlardan, şimşek ve yağmurdan bir ses işitmeyi bekliyor adam. Dalgalar kıyıya çarpmaya, yağmur yağmaya, fener yol göstermeye, bulutlar şimşek atmaya devam ediyor yeryüzüne.

Fener duyuyor adamı. Ama cevap veremiyor. Yanında durup gözlerini ona dikmiş adamınki gibi kelimeleri yok fenerin. Konuşamıyor. Onun bütün kelimeleri, ağzı, dili, gözü ve kulakları kırmızı bir ışık sadece. Ama bir fener düşünebilir. Düşünüyor o da. Yanında duran bu adama bakıyor. Onun bu çaresizliği, kaybolmuşluğu ilginç geliyor fenere. Nasıl kaybolunur, kaybolmak ne demektir bilmiyor fener. Var olduğu günden bu yana bir tur yanıp sönüyor sadece. Başka da bir şey yapmıyor. Hep olduğu gibi öylece duruyor. Yerinden hiç kımıldamamış. Kaybolmak nedir bunu hiç deneyimlememiş. Deniz kıyısında yaz, kış, sis, pus, yanıp sönmüş. Ve şimdi bir insan duruyor yanında. Anlamını bilmediği bir şeyden kendisini çekip kurtarmasını istiyor.

‘’Kayboldum. Duyuyor musun beni. Yol göster, bana da.’’ diyor bir kez daha adam.

Herkese yolunu bulduran, kaybolanlara umut olan bu fener her zamanki gibi şimdi de susuyor. Ses yok. Kırmızı gözlerini açıp kapıyor sadece. O kadar. Adamın kendisinden yardım istemesine de şaşırıyor. Fenerin ne kaybolanlardan haberi var ne de kaybolanlara yol gösterdiğinden. O sadece olduğu yerde duruyor, kırmızı ışığını yakıp söndürüyor. Adamın ne demek istediğini anlamıyor. Kaybolmak diye bir şeyi ilk defa duyuyor. Daha önce de birçok defa gelmiş insanlar yanına. İçki içenini, etrafa küfredip üzerine sevgilisinin adını yazanını, sevişenini, balık tutanını görmüş. Bunları doğduğu günden bu yana hep görüyor. Ancak kaybolmaktan bahseden birini ilk defa duyuyor fener. Hiçbir şey söylemeden yanıp sönmeye öylece devam ediyor.

Adam sorusuna cevap bekliyor, fener yanıp sönüyor. O esnada kaybolan bir geminin kaptanı kendisini kurtaracak bir işaret arıyor. Şimşeklerin arasında, dalgalara meydan okuyup karaya varmaya çalışan. Bu geminin kaptanlığını yaşlı bir adam yapıyor. Rotasını kara olduğunu düşündüğü yere çevirip o yönde ilerlemeye karar veriyor. Bir kaç saat o yönde ilerledikten sonra yanıp sönen bir ışık görür gibi oluyor. Gözlerine inanmakta güçlük çekiyor. Alnından süzülüp gözlerini yakan tuzlu terini elinin dışıyla silip uzaklaştırıyor. Gözlerini kısıp bir daha bakıyor. Dikkatle. Yanılmadığını anlıyor sonra. Uzakta, küçük de olsa yanıp sönen kırmızı bir ışık duruyor.

‘’Buldum’’ diye bağırıyor kaptan. ‘’İşte benim kurtarıcım. Şükürler olsun. İşaretimi buldum. Buldum!’’

Fener hangi amaçla oraya dikildiğini bilmeden var olmaya devam ediyor. Kaybolmuş kaptanlar onu görünce seviniyor. Adam cevabını bulamadığı sorularla elleri cebinde yürümeye devam ediyor. Yağmur diniyor. Dalgalar sönüyor. Alçalan denizle birlikte çer çöp saklanıyor. Kediler, yavrular kayaların arasına giriyor. Balıkçılar ağlarını örmeye devam ediyor. Balıklar üreyip çoğalıyor. Yeni sulara karışıyor. Rüzgar esmeye, martılar uçmaya, bayrak dalgalanmaya devam ediyor.

Yol üstünde çekirdek satan bir adam görünüyor sonra. Tezgahının yanında bir de tartı. Geleni gideni tartıp bir de bundan para kazanmayı ümit ediyor ihtiyar adam. Aradığı hiçbir cevabı bulamayan bizimkinin canı çekirdek çekiyor o an. Bir paket çekirdek alıyor. Paketi üç liradan. Siyah tuzlu bir paket çekirdek. Gözüne bir kaya kestirip üzerine kuruluyor. Biraz önceki umutsuz halinden eser kalmıyor şimdi. Sanki her akşam intiharı düşünmüyormuş gibi. Hayattan diğer herkes gibi o da çok keyif alıyormuş gibi. Çekirdek paketini açıp keyifle çitlemeye başlıyor. Çekirdeğin tuz oranı tam da istediği gibi. Lezzetli. Bu, keyfini daha da yerine getiriyor. Gülümsemeye başlıyor. Birkaç küçük kahkaha atıyor ardından. Bir süre sonra ardı arkası kesilmeyen kahkahalara gömülüyor. Ağzında ikiye ayrılan kabukları tükürüyor bir yandan. Balık tutan adamların dikkatini çekiyor. Oltasını atmak üzere olanın, balıklarını oltadan çıkaranın. Balık adamın. Bir eliyle annesinin elinden tutup diğer eliyle dondurmasını yalamaya çalışan küçük bir kız çocuğunun dikkatini çekiyor. Kahkahalar gittikçe daha çok yükseliyor. Önce kayalıklarda, sonra sahilde, sonra da tüm kasabada yankılanıyor kahkahalar.

Çekirdek kabukları adamın ağzından tükürüldüğü gibi denize karışıyor. Kimisi denizin derinliklerine, kimisi dalgaların üzerinde, kimisi de kayalıkların arasındaki boşluğa gitmeyi tercih ediyor. Her yer kahkahalara gömülüyor sonra. Kahkahalar her şeyi içine çekip yutmaya başlıyor. Kediler, yavruları, boş şişeler, siyah içki poşetleri, kağıtlar, kayalıklar, sahil yolu, dondurma yalayan çocuk, elinden tuttuğu annesi, bir yandan ağlarını örüp bir yandan küfür eden balıkçılar, dalgakıran, yalnız fener, deniz, kara parçası ve gökyüzü. Hepsi adamın attığı kahkahaların içinde kayboluyor.

Geriye bir tek çekirdek kabukları kalıyor sadece. Denizden, kayaların arasından, çöplerden arta kalan tüm kabuklar olduğu gibi ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar yenmiş ve bir kenara atılmış milyonlarca çekirdek kabuğu olduğu gibi ortaya çıkıyor.

Biz öldükten sonra ne olacak? diye soran küçük bir çocuğun, uzayı keşfedip başka canlılar arayanların ya da kuantum fizikçilerinin aradığı o büyük soru onca hengameden sonra işte böyle cevaplanıyor. Her şey bittikten sonra ne olacak sorusunun cevabının devasa bir çekirdek kabukları kümesi olabileceği kimsenin aklına gelmiyor.

Kimse buna inanmak da istemiyor. Ama öyle. Bütün aşklardan, savaşlardan, imparatorluklardan, öfke ve nefretten, umut ve umutsuzluktan geriye sadece bu çekirdek kabukları kalıyor…

--

--